İDRİS YAVUZ


ESKİ TÜRK GELENEĞİNDE MÜZİKLE TEDAVİ

YAVUZCA - İdris YAVUZ


Yapılan araştırmalara göre “Müzik ruhun gıdasıdır” sözünün gereği olarak insanlar müziğin etkilerini, sosyal ve kültürel değerlerini keşfetmişler ve pek çok konuda bundan yararlanmasını da bilmişlerdir. Türk Müzik kültürünün esas kaynağı, M.Ö. 3 bin yıllarında, Orhun kıyıları ve Moğol bozkırlarında yaşayan Altay Türkleri’ne aittir.

Doğu Türkistan’da yapılan kazılar neticesinde, M.Ö. II bin ve III binli yıllara ait flüt kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Bu dönemde tambur, dutar, çapraz flüt, balaban, dombra, davul en çok kullanılan çalgı aletleridir.

Türkler, müzikle hasta tedavi etme konusuna önem vermişlerdir. Doğu Türkistanlı yazar Abdulhekim Baki’ye göre, Uygur Türkleri’nin bilinen en eski müzik örnekleri, günümüzden 6000–8000 yıl öncesine kadar dayanmaktadır.

Uygur Türkleri’nin 3000 yıl önce Şaman dinine mensup olduğu dönemde, Şaman şarkıları söyleyerek hasta tedavi seansları yaptıkları bilinmektedir.

Yusuf Hacip ‘Kutadgu Bilig’ eserinde,’kam’ adı verilen bu Asya Türk tedavisini kutsal saydıkları müzik aletlerine önem verdiklerini belirtiyor. Bunlar kopuz, yay, ağız ve parmakla çalınan aletlerin manevi ve tedavi bağlantıları vardır. Kopuz Dede Korkut’un sazıdır.

Dîvân-u Lugâti't-Türk’te flaman ayini böyle yapılıyor. Bu inanç Orta Asya’da hâlâ devam ediyor. Kazak ve Kırgızların inanışına göre, Korkut Ata en büyük velilerden sayılır. Kazakların kopuz ve tambura, dombra gibi sazlarını icat eden de yine Korkut Ata idi.

Kazak, Kırgız, Altay, Ural, Tuva, Hakas, Saha, Karaçay, Çuvaş vb. Türk topluluklarının bugüne kadar tedavi seanslarında, dombra eşliğinde söyledikleri melodik sözler, bugünde Kazan Türkleri geleneğinde hâlen devam etmektedir. Müzikle tedavi işlemi, tarihten önceki çağlardan kalmadır ve bir Orta Asya ürünüdür.

 

Dünyaca tanınan kalp cerrahı Prof. Dr. Mehmet Öz ölüm korkusu yüzünden kalp ameliyatlarında ölüm vakalarının çokluğunu belirtirken eski Türklerin müzik tedavisiyle netice aldığını ifade etmektedir.

Bin yıldan beri Orta Asya’da, Horasan ve Uygur bölgelerinde gelişerek yayılan makam musikisi hakkında Farabi, İbn-i Sina, Ebu Bekir Razi, Hasan Şuri, Hekimbaşı Gevrekzade, Hafız Hasan Efendi ve Haşim Bey birçok eserler yazmışlardır.

Büyük Türk Bilgini Farabi (870–950) makamların ruha etkisini şöyle sınıflandırır:

“Rast Makamı huzur, Neva Makamı ferahlık, Uşşak Makamı gülme, Saba Makamı cesaret, Buselik Makamı kuvvet, Hüseyni Makamı rahatlık, Hicaz Makamı da tevazu verir” demektedir.

İbn-i Sina (980–1037), musikinin tıpta oynadığı rolü şöyle anlatıyor;

"Tedavinin en iyi yollarından biri, hastanın aklî ve ruhî güçlerini arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için musikiyi dinletmek, onu insanlarla bir araya getirmektir.”

İbn-i Sina, Farabi'nin eserlerinden çok yaralandığını ve hatta musikiyi de ondan öğrenerek tıp mesleğinde tatbike koyduğunu söylemektedir.

Viyana’da Meidling Rehabilitasyon Merkezi’nde komadaki hastalara müzik tedavi seanslarında Türk musikisi dinletilmesi neticesinde birçoğunun komadan çıktığı gözlenmiştir.

Dede Korkut bir yanda öğüt verir diğer yandan kopuz çalar, hastanın tedavisi için dua ederdi. Eski Türklerde müzikle tedavi basit bir hekim işi değil, sosyal bir hizmet anlayışıdır.

Günümüzden 900 sene önce Selçuklu Sultanı Nureddin Zengi tarafından Şam’da yaptırılan Nureddin Hastanesi’nde musikiyle hasta tedavileri yapılmıştır. Daha sonraki dönemlerde Amasya, Sivas, Kayseri, Manisa, Bursa, İstanbul ve Edirne şifahanelerinde 100 sene önceye kadar musiki ile tedavi uygulanmıştır.

 

İzmir’in Bergama ilçesinde, Romalılar döneminde yapılan, bugün hâlen harabe olarak bulunan hastanede müzikle tedavi yapıldığı tarihen sabittir. Bu gelenek Doğu kültürünün bir ürünüdür ve Türklere aittir.

Anlaşıldığına göre, bu tedavi şekli hastaların duygu durumlarını değiştirerek onları rahatlatmaya ve kendine güvenlerini kazanmalarına yardımcı olmaktır.