ASIM CENGİZ GÜR


İSLAMSIZ OLMAZ

İSLAMSIZ OLMAZ


Rahmetli Ali Ulvi Kurucu anlatıyor:

“1970’li yıllardı. Endonezya’nın eski Başbakanlarından Dr. Muhammet Nasır, Medine-i  Münevvere’ye gelmişti. Kaldıkları Medine Oteli’nde kendilerini ziyaret etmiştim. Selamlaşmamızdan sonra ilk sordukları sual şu olmuştu: “Bu sene Türkiye’den hac için gelen var mı?”

‘Var elhamdülillah’ demem üzerine: “Acaba âdeti ne kadar?” diye sordular. ‘Yüz elli bin’ dedim. “Yüz elli bin mi?” diyerek, ağlamaya başladı. Derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandı.

Bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü büyük devlet adamı üstat, secdede ağlıyordu…. Hıçkırıklar sesini boğmuş, ne dediği anlaşılmıyordu. Secdeden kalkıp ta yerlerine oturduklarında, kendilerine şöyle demiştim: ‘Efendim, verdiğim haber, zat-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim ?’

O büyük insan, derin manalarla dolu bir “âh!” çekerek, şu şekilde cevap verdi:

“Aziz dostum! Bundan evvelki görüşmelerimizde zat-ı âlinize anlatmıştım ki, ben Lozan Muahedesini çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedefi aslisine göre Müslüman Türk bu günleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye’nin başını yemek için, İngiliz Murahhas Heyeti Reisi Lord Curzon’un başkanlığındaki kuzgunlar, Türkiye’nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk heyetini bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. Şayet bu teklif Müslüman Türk milletinde şiddetli tepkilere maruz kalırsa, Türkiye’nin “laik” bir devlet olmasını ve bunun da Rusya’dakinden daha sert bir şekilde tatbik edilmesini ısrarla teklif ediyorlardı. İşte o tarihten itibaren Türkiye’deki bazı kanun, nizamname ve tamimlerde, hep bu menhus teklifteki iman suikastının icra ve ifasını hedef alan tesirler müşahede ediliyordu.

Bundan maksat, Müslüman Türk’ü temsil eden Türk devletini, İslam âleminden her şeyiyle koparmaktı. Zaten Hilafetin ilgasıyla, Türkiye bu manevi güçten kendini, kendi eliyle mahrum bırakmıştı…

Evet, Hilafetin ilgasıyla Türkiye, gerçek dostlarına baş olmayı reddederken, dost görünen düşmanlarına kuyruk olmaya zorlanıyordu…

Nitekim Hilafetin ilgasından sonra; Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Harf İnkılâbı ile açılan çığır, Batı dünyasına fikren ve ruhen esir olmanın kapısını araladı…

Bu kanunun doğurduğu sonuçlar itibariyle tarihte benzerine nadiren rastlanan kültür kıyımı olmuştur…” 

Üstat Ali Ulvi Kurucu yaşayıp, dinlediği bir hatırayı böyle anlatıyor. Anlatılan bu olay aynı zamanda tarihi bir vakıadır. Nakledeceğim ikinci olay bir yerde yukarda aktardığım tarihî hatıranın tarafları tarafından itiraf edilmesi anlamına gelmektedir.

Milli Eğitim Bakanlığı yapan sıra dışı CHP’li Tahsin Banguoğlu’ndan bir başka hatıra… İkinci Hasan Saka Hükümetinin Maarif Vekili Tahsin Banguoğlu anlatıyor:

“Diğer CHP milletvekilleri gibi seçim bölgeme hiç gitmeyenlerdendim. DP (Demokrat Partisi)’ nin ayak sesinin duyulmasıyla beraber, bizde de hareketlilik başladı. Vekiller olarak, memlekette nelerin olup bittiğini öğrenmek için, seçildiğimiz şehirlere gitmeye başladık. Yani bizlere oy veren insanlarla ilk kez yüz yüze gelecek ve görüşecektik. Bu durumun çok geç olduğunu seçim bölgelerine gidince öğrenecektik ama nafile…”

Banguoğlu, seçim bölgesi Bingöl’den Ankara’ya döndüğünde, gördüklerini ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Bir sürü maddi ihtiyaçları olmasına rağmen gördüm ki, halkın en yoğun şikâyeti dini konular altında toplanıyordu: Camiler bakımsız, imam yok, bırakın imamı cenazeleri kıldıracak kişi bile bulunamıyordu. Çocuklara en iptidaî dinî bilgileri verecek insan, okutulacak kitap bile yoktu, v.s…

Ankara’da seçim bölgelerinden gelen Milletvekilleriyle bir araya geldiğimizde bahsettiğim şikâyet ve isteklerin bütün Türkiye çapında geçerli olduğunu anladım. DP ise, CHP’nin ihmal ettiği dinî ve sosyal alanları doldurmaya çalışıyor, bundan dolayı da halktan büyük ilgi görüyordu. Onlar güçlenip palazlandıkça, bizde telaş artıyordu. CHP olarak bu konuya el atmanın zaruretine inandık. Çünkü parti açısından gidişatın hiçte iyi olmadığı artık görülüyordu. Bizdeki bu tedirginlik önü alınamaz şekilde büyüyordu. Dolmuş olan barajın önü bir şekilde açılmalıydı. Ama nasıl?

İşte bundan dolayı 1947 kurultayında dinî anlamda bazı ciddi kararlar aldık. Mesela, Laiklik ve Din eğitimi, ardından Din Dersinin okullarda okutulması, 1925 yılında kapatılan tekke ve zaviyelerden bazılarının açılması, Kuran Kurslarına ve Hacca gitmeye izinin verilmesi, Ankara İlahiyat Fakültesi’nin açılması gibi… Bütün bunlar kaygı ve DP korkusundan dolayı olmuştur. İhmal ettiğimiz bu alanlardaki gevşek yaklaşımla, kısmen de olsa toplumu rahatlamaya çalıştık.

Bu ve buna benzer konularda Mecliste de, hayatî tartışma meydana geldi. İşin ehemmiyetini kavrayan Başbakan Hasan Saka:

“Efendiler! Mekteplerde din dersinin okutulmasını kabul etmezsek gelecek intihapta (seçimde) partimiz bir oy bile alamayacaktır.” dedi. Bunun üzerine ilk önce Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, okutulması düşünülen Din Dersi Kitabı için bir komisyon kurdu. Komisyon kitabı hazırladı. Hazırladı hazırlamasına ama hazırlanan kitabı, Diyanet İşleri Başkanı Merhum Ahmet Hamdi Akseki şiddetle tenkit etti. Diyanetin bu tenkidine Hasan Saka’da katıldı. Başbakan, Milli Eğitim Bakanlığına beni (T. Banguoğlu) getirdi. Ben de Din Dersi kitabının hazırlanmasını Diyanete havale ettim. Hazırlanan Din dersi Kitabının kabulünün ardından, mecliste bu dersin okutulma meselesi tartışmaya açıldı. Epeyce bir tartışmanın ardından seçmeli olarak okutulmasına karar verildi. Ancak, ‘Bu dersi okutmak istemeyen veli dilekçe verecektir’ şartı da getirildi.”

Bilindiği gibi Din öyle bir olgu ki, inkârı asla mümkün değildir. Hele hele bir başkasının telkini ile dinin reddi hiç mi hiç mümkün değildir. Lozan’da İngilizlerin anlamsız baskısını, daha sonra bazı kraldan fazla kralcı kesilen işgüzarların, dine ve dindarlara uyguladıkları baskı takip etti. Bu tür çabalar hep sonuçsuz kaldı. Kalacaktır da. Çünkü Din Allah’ın insanın kalbine koyduğu öyle bir duygu ki, yaratılmış olanların bunu çekip almaları düşünülemez bile.

Cumhuriyet döneminde geçmiş ile gelecek arasında, canları pahasına köprü vazifesi görenler oldu. Yok edilmek istenen manevî değerleri ayakta tutmak için yoğun gayret sarf ettiler. Onlar, konuştular, koşuştular, yazdılar, hapse girdiler ama asla yılmadılar. O serden geçitlerden bazıları; Said Nursî, Süleyman Hilmi Tuna, N.Fazıl Kısakürek, Şûle Yüksel Şenler, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet Şevket Eygi, Kadir Mısıroğlu gibi fikir ve aksiyon adamları; bunlarla beraber gönül dünyamızın mimarları; Sami Ramazanoğlu, Abdülaziz Bekkine, Mehmed Zahid Kotku, Muzaffer Ozak… yer darlığı sebebiyle ismini saymadığımız diğer güzel insanları sayabiliriz. Bu önder ve öncü büyüklerimiz mevcut pozitif olayların mimarlarıdır. Saydığım ve sayamadığım bütün çilekeş ve vefakâr büyüklerimizin, ölmüşlerine rahmet, yaşayanlarına hayırlı uzun ömürler dilerim.