ASIM CENGİZ GÜR


ŞÜKÜR

ŞÜKÜR


Şükür; yapılan bir iyilik ve verilen bir nimetin karşısında duygularını ifade etmek, onun karşısında övmek. Türkçe`de "Teşekkür ederim." diyoruz buna.

Tabii bu, bir nimetin verilmesinden sonra yapılmış oluyor. O bakımdan da hamdden farkı var. Eğer bir nimet olmasa bile, hamd yine Allah`ındır: çünkü farkına varamadığımız birçok nimetleri var.

Bu şükrün tariflerinde; yapılan bir iyiliğe, verilen bir nimete karşı yapılan övgü sözle olur. Meselâ, "Çok teşekkür ederim!" demek. İçten minnetkârlık duyarak olur; bu da kalbî bir şey, derûnî bir durum... Bir de fiilen olur; yâni sana o iyiliği yapan kimseye fiilen sen de iyilik yaparsın. Allah`a şükür de, Allah`ın iyiliğine, ikramına, nimetlerine karşı itaat etmekle olur.

Sahâbe-i kirâmdan bazıları Hazret-i Ayşe annemize (Allah Onlardan razı olsun), Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri`nden, görmüş olduğu acâib şeylerden bazılarını söylemesini ricâ etmişler. Hazret-i Ayşe annemiz de (Allah Ondan razı olsun) ağlayarak anlatmaya başlamış:

"Onun her hâli hayrete değerdi. Bir gece benim yatağıma dahil olmuşlardı, hattâ cildi cildime değmişti. Sonra buyurdular ki:

`Yâ Ebû Bekir`in kızı, Rabbime ibâdet etmek için bana bana izin verir misin?`

Dedim ki:

`--Ben senin Hakk`a yakınlığını severim. Evet izin veririm.`

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kalktılar, abdest aldılar, fazlaca su dökündüler, namaza durdular. Baktım ki, ağlıyorlardı, gözyaşları göğüslerine dökülüyordu. Sonra rükû ettiler, yine ağlamakta idiler. Sonra secde ettiler, yine ağlıyorlardı. Başlarını kaldırdılar, hâlâ ağlamakta idiler. Bu hâl devâm etmekte iken, Hazret-i Bilâl (Allah ondan razı olsun) sabah ezânını okumağa başladı. Ben:

`Ey Allah`ın Elçisi, neye ağlıyorsunuz? Cenâb-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı affetmedi mi?` dedim.

Cevâben:

`Allah-ü Teàlâ`nın nîmetlerine karşı şükredici bir kul olmayayım mı?` buyurdular."

Şükür hakkında çok şey söylenmiştir. Şükrün hakîkati, hakîkî/asıl nimet verici olan Allah-u Celle ve A`lâ Hazretleri`nin vermiş olduğu nîmetleri saygı ve hürmetle îtirâf edip, hakiki/asıl ihsan edici olan Allah-u Teàlâ`yı ihsânından dolayı senâ etmektir. Bu da üç çeşittir. Dil ile şükür, beden ile şükür ve kalb ile şükür.

Hocası, daha sonranın büyük arifi ve meşhur sûfîsi Cüneyd-i Bağdâdî’ye genç yaşta iken sormuş;

“Şükür nedir sence, yâ Cüneyd?” diye. O da kısa bir süre düşünüp edep ve saygıyla, o zamana dek duyulmamış, orijinal bir cevap vermiş;

“Allah’ın nimetlerini yedikten sonra kalkıp da O’na isyan etmemektir.” demiştir.

Hocası bu cevabı çok beğenmiş ve bu derin mânayı nereden bulduğunu sormuş. Cüneyd de;

“Sizin ilim meclislerinizden ve sohbetlerinizden aldığım feyz ve ilhamdan...” diye karşılık vererek ikinci bir edep ve zerafet örneği vermiş.

Allah’ın çeşitli nimetlerini yer, içer, huzur ve mutluluk içinde yaşarken, O’ndan aldığımız güç ve kuvveti, O’na isyanda kullanmak insafa sığmaz, biz kullara hiç yakışmaz. Gerçek şükür ve minnettarlık lafla değil, sadece, “Yâ Rabbi çok şükür.” demekle değil, fiilen iyi işler yapmakla, güzel kulluk etmekle edâ edilmiş olur.

Şiblî Hazretleri de:

"Şükür, nîmeti değil, nîmeti vereni görmektir." demiştir.

Mûsâ (aleyhisselam) münâcâtında:

"İlâhî,
Âdem`i yed-i kudretinle yaraddın. Ona sayısız ni`metler verdin. O sana nasıl şükretti de bu ihsâna nâil oldu?" deyince cevâben:

"Onların hepsinin benden olduğunu bilmesi onun şükrüdür." buyruldu.

Her organın ayrı ayrı şükürleri vardır. Gözün şükrü, dostunun ayıbını görmemektir. Kulakların şükrü de, ayıpları işitmemektir. Serrîy-yi Sakatî Hazretleri`ne de şükürden sorulmuş. Buyurmuş ki:

"Allah-u Celle ve A`lâ`nın nîmetlerinden faydalandığın (ve kuvvet bulduğun) şeylerle, isyana cür`et etmemendir."

Hazreti Ali efendimizin oğlu Hazreti Hüseyin (Allah onlardan razı olsun) buyurmuş ki:

"Yâ İlâhî! Nîmetlerini verdin, beni şâkir (şükredici) olarak bulmadın. Sana şükretmediğimden dolayı nîmetlerini elimden almadın. Sabırsızlığımdan dolayı da iptilâlarımı artırmadın. Yâ İlâhî, Kerîm olandan umulan ancak keremdir (ikramdır)."

Dört amel vardır ki, hiç bir faydası yoktur denilmiştir. Bunlar:

1. Sağırla konuşmak.

2. Nîmeti, şükretmeyene vermek,

3. Tuzlu ve çorak yerlere tohum atmak,

4. Güneş varken ışık yakmak.

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.)`in bildirdiğine göre, Allah-u Teàlâ`nın nîmetlerine hamd edenler, cennete ilk girenler olacaktır.

Kuşeyrî’nin “Risale”sinde geçer: Adamın biri, tasavvuf yolunun büyüklerinden Sehl b. Abdullah hazretlerine gelir, evine bir hırsız girdiğini, nesi var nesi yoksa alıp gittiğini anlatarak, bu durumda ne yapması gerektiğini sorar. Hazret,

“Şükretmelisin!” buyurur. Adamın şaşırdığını görünce de şöyle der:

“Evet, Allah Tealâ’ya şükretmelisin. Bunlar dünyevî musibetlerdir. Ya musibet malına değil de dinine gelse, şeytan kalbine girse, vesveseyle aklını karıştırıp imanını çalsaydı ne yapacaktın?”

Cenab-ı Hakk’ın insana ihsan ettiği en büyük nimet imandır. Öyleyse en çok imanı muhafazaya itina gösterilmeli, iman nimeti için her zaman şükretmeliyiz. Bir müminin bu dünyada en fazla korkup sakınacağı musibet de, imanını, İslâm’ı yaşama şevkini kaybetmesidir.

Şükürsüzlük nimetlerin farkında olmamaktan veya nimetlerin farkına varıp da nimetleri kimin verdiğini hatıra getirmemekten doğar. Nimetleri vereni hatırlamamak ise, o nimetlere şükürsüzlüğü ve o nimetleri verene karşı isyanı getirmektedir. Halbuki bize ihsan edilen nimetlerin en büyüğü, en kıymetlisi imandır. bu sebeple imanı muhafazaya çok gayretli olmalı ve en başta iman olmak üzere her türlü nimetler için Yüce Allah`a şükretmeliyiz.

Yüce Allah (c.c.) bizleri, farkında olduğumuz olmadığımız her türlü nimetlerine karşı layıkı ile kulluk edebilmeyi, şükredebilmeyi nasib etsin.