ASIM CENGİZ GÜR


TÜRK (!) MEDENİ KANUNU

Notlar - Asım Cengiz GÜR


93 yıl önce 17 Şubat´ta Millet Meclisi´nde kabul edildi ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu kanun 2002 yılında kabul edilen yeni Kanun´a kadar kısmi değişikliklerle uygulandı. Atatürk´ün, mevcut kanunların değiştirilmesi talimatı ile bir yıla kalmadan, tüm hayatımızı tanzim eden yeni kanunlar teker teker kabul edildi ve yürürlüğe girdi. 2002´de olduğu gibi o gün de hayatımıza uygulayacağımız kanunlar Avrupa menşeili oldu. O kadar ki, kanunlardaki bazı hükümler kendi milli örf ve ahlakımıza göre tanzim edilmek istense de buna muvaffak olunamadı. Kanun İsviçre Medeni Kanunu´nun ?aynen? tercümesi ile oluşturulmuştu. Medeni Kanunun kabulü için İsviçre´de eğitim almış ve o sıralar Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt tarafından büyük çaba gösterildi. Sonraki yıllarda verdiği röportajda ?Kanun üzerinde değişiklikler yapma teşebbüslerini bertaraf ettiklerini? söyleyecektir. O anda hükümeti elinde bulunduranların hem düşünce yapılarını hem amaçlarını yine ondan dinleyelim:

?Türk Medeni Kanunu, medeni kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medeni Kanunundan alınmıştır. (?) Yasaları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler değişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar sürekli değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir değer, bir anlam ifade etmezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur... Esaslarını dinlerden alan yasalar uygulanmakta oldukları toplumları, indikleri ilkel devirlere bağlarlar ve gelişmeye engel belli başlı etken ve unsurlar sırasında bulunurlar.(?)  Türk Medeni Kanunu Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün ulusumuz 13. Yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır.(?)   Gerçekten çağdaş uygarlıkla Mecelle hükümleri kuşkusuz bağdaşamaz. Fakat Mecelle ve buna benzer diğer düzenlemeler ve Türk yaşamının uyuşmadığı da açıktır. Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medeni Kanunu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zeka ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiçbir nokta düşünmemektedir. (?) Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. (?) Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. (?) İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medeni Kanunu Tasarısının yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı iddiası geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devletinin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür. Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyetinde uygulama ortamı bulamayacağı düşüncesi sakat görülmüştür?.

Dönemin ünlü İsviçreli hukuk profesörü Eugen Huber tarafından 15 yıla yakın bir sürede yazılan, 1907 yılında kabul edilip 1912´de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Kanunu dört bölümden oluşuyordu. Bu dört bölüm, kişi hukuku, aile hukuku, miras hukuku ve eşya hukuku başlıklarıyla düzenlenmiştir.
İsviçre Medeni Kanunu Peru, Arnavutluk, Çin Halk Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Bulgaristan tarafından kısmen alınarak kendi medeni kanunlarına uyarlandı. Bunun yanı sıra, kanunun aile hukuku kısmı Letonya, Estonya, Lituanya ve Çekoslovakya tarafından tamamen tercüme edilerek değiştirilmeden kendi yerel hukuk sistemlerine dahil edildi. Almanya da yaptığı medeni kanun revizyonlarında İsviçre Medeni Kanunundan alıntılar yaptı. Türkiye ise kanunu tamamen tercüme ederek, değiştirmeden 1926 yılında kendi medeni kanunu haline getirdi. Ve bir yıllık süreçte, borçlar hukuku, ceza hukuku, ticaret hukuku gibi tüm kanunlar, diğer ülke kanunlarından alınarak oluşturuldu.

Bu durum, Avrupa´da büyük yankı uyandırdı. Lozan antlaşmasından sonraki dönemde Türkiye´de Avrupa Hukuku danışmanı olarak görev alan, TBMM´nin İlk Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ile birlikte mevcuttaki Mecelle Kanunu´nun yerine İsviçre Medeni Kanunu´nun getirilmesinde katkıları olan ve yine İsviçre´den uyarlanan ceza yasasının da teknik kısımlarına danışmanlık yapan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi´nde dersler veren İsviçreli hukukçu Sauser Hall şöyle diyor: ?Türkiye´de gerçekleştirilmiş olan reformlar bütün olarak ele alındığında şaşırmamak olanaksızdır. İslam devletlerinin en güçlüsü, bin yıl geçmişe varan töreleri altı aylık bir sürede yürürlükten kaldırıyor. Tarih, hiçbir ülkede bu kadar köklü ve ani değişikliği örnek gösteremez. Bir ülkede, bir toplum üzerinde yapılmış bundan daha cesur bir deneyim yoktur".

İslam Hukuku üzerine çalışmalar yapan Fransız hukukçu Kont Ostrorog, bir yazısında ?Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa hukukunun kabulü, Ortadoğu tarihinde, İslam Dininin kabulünden bu yana en önemli olaylardan biridir ? diyor.

Uğur Mumcu olayı çok güzel özetliyor: ?Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir?.

Atatürk´ün sağlığında ve hatta son yıllarında iktidarı tam anlamı ile elinde tutamadığını ve asıl maksadını gerçekleştiremediğini söyleyenlerin bu iddialarını güçlendiren bir olayı Atatürk´ün çocukluktan ölümüne kadar beraber olduğu yakın arkadaşı Nuri Conker´in hatıralarında Köylü Halil Ağa ile ilgili anekdotta görüyoruz. Tebdil-i kıyafet edip, ortamı gözleyen Atatürk´e hükümetin uygulamalarından (aslında zulmünden) şikayette bulunan köylü Halil Ağa köşke davet edilir. Aynı zamanda İstanbul´da bulunan hükümet üyeleri de davet edilir. Bir çok konuşma var isteyenler internetten https://www.ulusal.com.tr/m/?id=4488&t=makale okuyabilirler. Sonunda Atatürk diyor ki:

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre´den mi olur, İtalya´dan mı olur, Fransa´dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe?ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi´ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ´hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok´ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun! Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa´nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana-ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım!?

Zamanın gereklerini karşılayan ama, dinî, millî hassasiyetlerimizin gözetildiği ve toplumsal huzuru, müreffeh bir ülkeyi temin etmeye vesile kendi kanunlarımıza kavuşacağımız günlerin özlemi ile?